Gökyüzünde parlayan mavi bir yıldız vardı. Gökyüzünden kayıp yeryüzüne düştü. Ait olduğu yere: gökyüzüne gidecekti. Ellerinde balonlarla; beyaz tüylü güvercinle…
Şimdi sükunet vakti. Usul usul akan mürekkep bile sesiyle ürkütmüyor kağıdı. Dışarda gece var içeride hüzme hüzme yağmur kokusu. Dışarda ay var, içeride insanlar. İnsanlar ne gece ne de gündüz. Belirsizlik girdabının koynunda; afakta. “Sen de mi ?” diyorsun bana şimdi, duyuyorum. Evet ben de! Bildiğim ve bundan sonra bileceğim tek ve en önemli şey : “Yazmak” Annemin yüzünü inceliyorum derince. Okumaya çalışıyorum her bir çizgiyi. Yüzündeki her bir kırışıklık fon müziği kadar suskun, göğü yırtan nara kadar sesli. Hissediyorum olacak olanları. Sana bile söyleyemem ey kalem; ne olur ısrar etme! Fısıldayamam bile. Hem, kağıdın kulağı vardır bence. Öyle olmasaydı yazarların sırları nasıl aşikar oluyor? Sadece izle! Gecenin yedi rengini ve ihtişamını. Anlaşılan bu gece uzunca izleyeceğim renk cümbüşünü. Gördüklerimi anlatacağım kağıda. Gece uzun bugün. Vücudumda artan ağrıyla daha çok sarılırım kalemime. Mürekkep farklı renkte akar ağrılı vakitlerde. Kalem, benim için terapi niteliğinde.
Zaman uzuyor, uzuyor, uzuyor… Ağrılarım sussun kimsecikler duymasın diye daha çok yazıyorum şimdi. “ Ağrılarım, n’olur susun, duymasın anneciğim…” Bu gece söz geçiremiyorum ağrılarıma. İnlememle inliyor duvarlar:
– Ah!
Annemin fersiz gözleri hemen fal taşı gibi açılıyor:
– Sitare, kızım!
Gülümsememin ardına bırakmaya çalışıyorum ağrılarımı:
– Bir şey yok anneciğim, telaşlanma.
Sehpanın üzerindeki suya uzanıyorum; ağrı kesici niyetine. Annemin yüzünde oluşan katre katre izler olayın vehametini açıklıyor aslında. Merhamet dolu sesiyle:
– Sitare’m, yordun kendini. Bırak artık yazmayı, dinlen. Doktor amcaların yormasın kendini dedi.
– Ah anneciğim, yazmak benim için huzur durağı biliyorsun!
“Yavrum merak ediyorum ne yazdığını saatlerce. Anacığından gizlin saklın mı var sanki?” deyip gülüyor gönlümün neşesi. Annem, sen gülünce güneş doğuyor üzerime, odamda açıyor gökkuşağı. Sen beni hiç bırakmadın anneciğim ve de bırakmayacaksın biliyorum. Ben, ben… Deyip susuyorum içimden. İç sesim iç sesimi susturuyor. Doluyor gözlerim. Titrek sesle:
– Daha zamanı gelmedi anneciğim. Söz, az kaldı. Sen de dinlen, çok yoruldun.
Uzanıyorum yatağa. Tavana yapıştırdığım yıldızları seyrederken uyuyakalıyorum. Geceye karşı zafer kazanan güneş doğmuştu üzerimize. Yeni bir gün armağan edilmişti. Hastanede güneşin doğuşu farklı izlenir. Vakit ise farklı işler. Bazen bir dakika, bir ömür kadar uzun; bazen bir gün, bir saniye kadar kısa. Bazıları için yeni başlangıcın sevinç çığlıkları yükselir ve bazıları için de hüzünlü haykırışı. Arada kalan insanlar ise başlangıç ve bitiş sarkacı arasında gidip gelir. Velhasılı hayat perdesinin açıldığı ve kapandığı yer. Ne tuhaf değil mi?
Hastane odasında kahvaltımın gelmesini beklerken yeniden izliyorum odamı. Beyaz zemini olan duvarların üzerinde rengarenk balonlar. Onlar benim şaheserim. Her ay palyaço abiler ve ablalar gelip bizlerle farklı etkinlikler yaparlar. O günün gelmesini hastanedeki tüm çocuklar iple çeker. En sevdiğim Ezgi palyaço. Gerçek ismini bilmiyorum ona bu ismi ben verdim. Neden mi Ezgi? Hoş nağmedir onun konuşması. İstasyona itina ile bindirilen kelimeler ritimle hareket eder onun dilinde; öyle güzel. Bir keresinde başka bir etkinlik için gelmişti yanıma. Usulca sokuldu:
– Sitare ne çizmek istersin? Seni anlatan bir şey olsun.
Dikkatle seyretti ne yaptığıma, dakikalarca. Ben ise odamın tam karşısına kocaman mavi bir yıldız çizdim. Nedenini sordu merakla. Söylemedim. Çünkü aylardır istediğim balonları alması karşılığında söyleyecektim. Elmecbur kabul etti. Şimdi izliyorum mavi yıldızı, balonların hayalini kurarak. Penceremin hizasında bir masa; üzerinde iki tane kafa mankeni. Kafa mankenlerin üzerinde peruk. Biri kömür siyahı renginde, diğeri altın sarısı. Kömür siyahı renginde olan Çiçek öğretmenimin saçları, diğeri ise annemin. O saçlar peruktan öte benim için. Fedakarlığın, dayanışmanın, merhametin temsili. Kanser olduğumu doktor amca söyleyince ne olduğunu anlayamadım ilk başta. Sonra kemoterapi alıp saçlarım ve kaşlarım dökülünce anladım. Elime tutam tutam saçlarım gelince çok korkmuştum ve durmaksızın ağladım. Çiçek öğretmenim yanımdaydı o sırada. Yüzüme baktı öğretmenim, gözlerimin içine ve :
– Sitare, bir hafta sonra sana bir sürprizim var
O benim dünyada verilen hazinemdi ama canım öyle sıkkındı ki bu sözü bile beni heyecanlandırmaya yetmedi. Bir hafta geçmişti. Çiçek öğretmenimin saçlarının rengi değişmişti. İçimden “Acaba boyatmış mıydı? Hayır, boya gibi de değildi” Elinde ise hediye paketi. Paketi açtığım zaman öğretmenimin saçıyla aynı renkte bir peruk. Çiçek öğretmenim kafasına sonra saçlarına dokundu ve saçları çıkıverdi. Başında hiç saç yoktu; tıpkı benim gibi. Önce anlayamadım, saçları çıktı diye korktum. Sonra peruğu anlattı öğretmenim. Meğer saçlarını boyatmamış, kafasındaki perukmuş. Bana verdiği hediye ise kendi saçları. Elimdeki pakete işaret ederek:
– Sana armağanım Sitare! Sen çok güçlü bir kızsın. Bu süreci birlikte atlatacağız.
Sarıldım, hem de kocaman. Kollarımda bir dünya vardı sanki; eşsiz güzelliğiyle. O benim ikinci annem, hoş sözüm, güzel kokulum… Bizleri : “ Kardelenlerim” diye severdi. O gül bahçesiydi, peki farkında mıydı? Olsun biz biliyorduk ya… Diğer altın sarısı saçlar ise anneme ait. Dudağımın kenarında beliriyor huzur, mutluluk, sevecenlik. Gözlerimden hafifçe süzülüyor yaş. Minik ellerimle siliyorum gözlerimi. Annem elinde tepsiyle giriyor odaya:
– Yavrum uyandın mı sen?
– Evet anneciğim
Bir taraftan ağzımdaki yiyeceğin bitmesini beklemeden heyecanla yöneliyorum anneme:
– Anneciğim, ben doğduğumda babamın sevincini anlatsana!
– Sitare’m, bıkmadın mı her gün kahvaltıda bu hikayeyi dinlemeyi. Ezberledin artık sen de!
Hayır manasında başımı sağa sola çeviriyorum. Sevildiğimi hissetmek canıma can katıyor. Annemin gözlerinin derinliklerine bakıyorum. Parmağındaki alyansına dokunarak sevda kokan sözlerle anlatmaya başlıyor:
– Ay ışığı taşların, yaprakların üzerine kadar parlamış o gece. Gökyüzü öyle berrak ve pürüzsüz. Baban heyecandan bir o yana bir bu yana sürekli hareket halindeymiş. Her bir adımında toz bulutları ayakta. Bir ara ortalığı katı, erimez ve keskin bir sessizlik bürümüş. Baban o sırada gökyüzüne bakmış. Ayın yanına bir tane pasparlak bir yıldız kaymış. Eş zamanda bir haber gelmiş: “Ömer, gözün aydın! Dünyalar güzeli bir kızın oldu.” Babacığın orada şükür secdesine varmış. “Sitare olacak kızımın ismi” demiş ve eklemiş: “İnsanların gökyüzüne dokunup umulmadık anda sevinç getirecek” demiş yaşlı gözlerle. Annem buğulu gözleriyle: “Evet küçük hanım, kahvaltı aşamasının ilk adımı bitti sanırım” deyip yanağımdan makas aldı. Babam ben doğduktan bir yıl sonra iş kazası sonucu vefat etmiş. Gizlemeye çalışıyordu annem özlemini. Biliyordum babamı çok özlüyordu ve ben de çok özlüyordum. Ondan geriye kalan kehribar tespih. Annem de o tespihi bana verdi. Ne zaman işin içinden çıkamayacak olursam o tespihe bakıp: “ Sen celal sıfatlı Ömer’in kızısın!” deyip kuvvet bulurum. Öyle ya; güçlü olmayı da sevmeyi de ondan öğrenmiştim.
Pencereden bir takırtı: Pat, Pat…
– Anneciğim, Cankuş gelmiş!
Heyecanla pencereye koşuyorum. Cankuş beyaz tüyleri olan, her ne kadar tavuk büyüklüğünde olsa da o bir güvercin. Her geldiğinde maskemi taktıktan sonra elime alıp severim. Ne garip başka başka bir canlının, avuçlarımın arasında kalp atışını hissetmek. Sevgimi hissedecek olsa ki başını okşatmadan gitmez. “Kuşlar başını okşatır mıymış canım?!” deme! Ben de şaşırıyorum, kedi gibi değil mi? Yemini, suyunu ve gereken ilgisini sevgisini verdikten sonra süzülüyor göğe. Neyi öğrendim hastanenin soğuk duvarlarıyla biliyor musun? İnsan ölümü hatırladıkça ve ona yaklaştıkça sığınıyormuş sevgiye. Hayatın kısa olduğunu anlayınca fark ediyormuş yaşamın içindeki sırlara. Ölüye “ Sırra kadem bastı” demeyin! Asıl sırra kadem basanlar hayatta sevgi varken öfke dehlizinde boğulanlar. Hay’dan gelip Hu’ya gidemeyenler. Kapıdan gelen sesle dağıldı tüm düşüncelerim:
– Maviş, hadi gidelim!
Kapıda güneş yanığı ten rengi ve bal rengi gözleri ile dikkat çeken arkadaşım: “Eymen” Bu hastanede diğer çocuklar gibi o da müşahede altında. Benden sonra geldi hastaneye. Hastanenin kıdemlisi sayılabilirim aslında. Eymen ile birbirimize destek olduk çok kez.
Eymen ve annesi Fehime teyze gülüşleriyle ısıttılar odayı. Fehime teyze elinde yuvarlak tepsiyle girdi. İki dostun konuşacakları var anlaşılan. “ Çaysadım sana geldim, Efsun diyor” tebessümle. Yuvarlak tepside sallanan çaylar da gülümsemiş miydi acaba? Eymen araya giriyor:
– İzninizle ben ve Maviş biraz temiz hava alalım
Gözlerimin maviliğinden ötürü “Maviş” der bana. O benim en yakın arkadaşım. Hemşireden tekerlekli sandalye istedik. Gelmesini beklerken maskemi takıyorum. Öğretmenimin kömür siyahı saçlarını başıma geçiriyorum. Peruğun üzerine ise beyaz zemin üzerinde pembe papatyaları olan bandanayı takıyorum.
Eymen tekerlekli sandalyeye binmeme yardım ediyor. O sandalye olmadan dışarı çıkamıyorum pek. Pilli bebek gibi hemen yoruluyorum. Eymen heyecanla kocaman gülümsüyor ve:
– Şoförünüz emrinizde Maviş
Bahçede bir banka doğru ilerliyoruz. Eymen banka oturuyor ben tekerlekli sandalyede. Gökyüzüne bakıyoruz uzun bir süre. Susarak konuşuyorduk aslında; evet konuşuyorduk hem de hal dili ile. Serin havayı ısıtan güz güneşi ile biraz da olsa ısındı kemiklerimiz. Sımsıkı sarılıyoruz üzerimizdeki şallara. Nihayet suskunluğu Eymen bozuyor:
– Birkaç saat sonra güneş batacak Maviş. Umutlar, ümitler gibi…
Sanki bana “ Umudu bana yeniden inandır!” der gibi bakıyor. Gerçekten öyle miydi? Gece sahneye çıktığında güneş kaybolacak. Ya yıldızlar?.. Kendimden emin sesle Eymen’ e yöneldim:
– Gündüzün güneşi var doğru. En karanlık, aydınlığı yutmuşken sahneye çıkar yıldızlar; yani gece.
Parladı gözleri, sanki ışığıyla gözleri kamaşmış yıldız görmüş gibi… Ve ekledi sözlerine:
– Sen… Hayat benim için gökyüzü, sen benim gökyüzüme verilmiş en parlak yıldızsın!
Babacığımın koyduğu isme layık oluyorum sanırım. Öyleydi ya : Ben umudu hayal eden Ömer’in kızıydım!
– Buradan çıkınca ne yapacaksın Eymen?
– Önce güzel bir lise sonra üniversite daha sonra ver elini doktorluk… Hastalıkların sevdikleri ayırmasına izin vermeyeceğim! Ya sen Maviş?
Derin bir nefes alıp verdim: “Ben, ben… ben mesleğimi yapıyorum ki zaten” dedim tebessümle ve ekledim:
– Mesleğim: “yazarım” efendim. Yakında kitabım çıkacak. Çok az kaldı…
Dalga edasıyla baktı, Eymen gözlerime:
– Akıllım, üniversite okumadan nasıl meslek sahibi olur insan?
– Bir şeyler öğrenmek istiyorsan üniversiteye gitmek zorunda değilsin Eymen. Hayat en güzel okul; doğru ve güzel okumayı bilene
Eymen anlamakta zorluk çekse olsa ki bal rengi gözleriyle boş boş etrafa bakıp saçlarını kaşıdı. Ağrılarım şiddetini artırıyor. Her bir ağrı bıçak şiddetinde bu sefer. Gözlerimin önü karanlık, kulağımda Eymen’in telaşlı sesi…
Gözlerimi açtığımda yataktaydım. Başımda endişeli gözlerle uyanmamı bekleyen annem, Fehime teyze ve Eymen var. Annem:
– Sitare’m uyandın mı yavrum? Daha iyi misin?
– İyiyim anneciğim, sadece biraz yoruldum sanırım. Endişelenmene gerek yok.
Fehime teyze Eymen’i dürtükleyip kaş göz işareti yapıyor. Sanırım ana oğul arasında bir tür mesajlaşma şekli bu. Fehime Teyze:
– Efsuncuğum, biz gidelim. Maviş dinlensin
Eymen ile vedalaştıktan sonra annemle baş başa kaldık. Geliyordu gelmekte olan. Olacak olandan kaçış yoktu, farkındaydım. Babamla vuslata sevinirken annemle ayrılığa nasıl dayanacaktım? Bu gece sırrımı ifşa ediyorum kağıda ve sevdiklerime: Artık bensiz açacaktı çiçekler. Yorgundum, hiç olmadığım kadar. Annem dinleneyim diye üzerimi örttü ve alnımdan öptü biliyordum son öpücüktü bu. Buruk bir gülümseyişti yüzümdeki. Sadece buruk ve hüzünlüydü yanağımdaki gamzelerim. Başımdaki peruğu kafa mankenine koyup yüzümdeki maskeyi çıkardım.
Bu gece yaşadığım en uzun gece. Bu en uzun gece ilk ve son. Saat üç suları. Annemin uyuduğundan emin olduktan sonra masa lambamı açtım. Camın kenarına geçip buğulanan kısmı ellerimle siliyorum; gökyüzünü seyrediyorum. Ay ışığı vuruyor gözlerime ve masama. Gökyüzü öyle berrak ve pürüzsüz. Tıpkı doğduğum gün olduğu gibi. Peruklara dokunuyorum usulca ve narince. Elime alıp öğretmenimin ve annemin kokusunu çekiyorum ciğerlerime. Başucu defterimi alıp sırrımın ifşasını devam ettiriyorum:
“ Bu kitabımın son sayfası. Benim hikayemle başlayacak kimi insanların hayatları biliyorum. Ben ‘ MAVİ YILDIZ’ insanların gökyüzünde tüm ihtişamımla parlamaya devam edeceğim. Bedenim burada olmayacak bundan sonra. Gökyüzünde ne zaman en parlak yıldız görürseniz, işte o benim. O yıldıza bak ümitsizliğe kapıldığında ve şunu fısılda: ‘Gökyüzündeki mavi yıldızdan yeryüzündeki savaşçılara umut dolu selamlar!’
Defterimin, daha doğrusu kitaplaştırılmasını vasiyet ettiğim defterimin en baş sayfasına kocaman yazdım: “MAVİ YILDIZ” diye. Kehribar tespihi öpüp arasında koydum. Son kez sesi geldi Eymen’im:
– İyi geceler Maviş! Teşekkür ederim gökyüzümde yıldız olup aydınlattığın için…
Cankuşun tüylerinin yumuşaklığını, kalbinin atışını hissediyorum avuçlarımın arasında. Ezgi palyaçodan istediğim balonları alıp gelmiş babam. Çağırıyor beni… Ağırlaşıyor göz kapaklarım, gözlerimin dermanı kalmıyor…
Ayın ışığı vururken gözlerime pasparlak gökyüzü; pürüzsüz ve berrak. Yıldız kaydı….
RAZİYE MEMİŞ